Berk Özerk

Kişisel bloguma hoş geldiniz.

Mimaride Sağlamlık İdeolojisi ve Engellilik
Mimaride Sağlamlık İdeolojisi ve Engellilik
A
Ahmet Berk Özerk·
Modern mimaride "sağlam beden" varsayımı nasıl engelliliği dışlıyor? Erişilebilirlik standartlarının ötesine geçen bir mimarlık mümkün mü?

Modern Mimaride Gizli Bir Varsayım: Sağlam Beden

Mimarideki en derin önyargılardan biri görünmezdir: "Kullanıcı" dendiğinde akla gelen, genellikle genç, hareketli, üretken ve bedensel olarak "sağlam" bir figürdür. Bu varsayım o kadar doğal görülür ki, pek çok tasarım engelliliği otomatik olarak "özel durum" olarak kodlar.

Aslında bu bir ideolojidir - yani mevcut düzeni kaçınılmazmış gibi gösteren düşünsel bir çerçeve. "Sağlamlık ideolojisi" denen bu yaklaşım, engelli bedenleri tasarım sürecinin dışında tutar. Sonuç? Projeler bitip "erişilebilirlik kontrol listesi" çıktığında eklenen rampalar, asansörler ve özel tuvaletler.

Ancak sorun yalnızca teknik eksikliklerde değil. Modern mimarinin temel prensibi "form işlevi izler" olduğunda, işlevi tanımlayan "normal" beden olur. Engellilik ise bu normun dışında kalan bir "sapma" olarak görülür. Bu, mimari programın baştan itibaren belirli beden tiplerini göz ardı etmesi anlamına gelir.

Erişilebilirlik Yeterli mi?

Son yıllarda erişilebilirlik standartları yaygınlaştı. Bina girişlerinde rampalar, geniş kapılar, sesli ikazlar... Ancak bu teknik çözümler sorunu gerçekten çözüyor mu?

Mimarlık tarihçisi David Gissen'e göre, erişilebilirlik odaklı yaklaşım 1950'lerden beri tekerlekli sandalye kullanıcılarının beden ölçüleri üzerinden şekillendi. Bu, engelliliği sadece "dolaşım ve hareketliliğin işlevsel bir problemi" olarak gördü. Oysa mimarlığın tarihsel anlatıları, anıtsallığı, çevre ve yapı teknikleri gibi daha geniş alanlarındaki engelleyici yapılar görünmez kılındı.

Jos Boys ise "erişilebilirlik" söylemini eleştiriyor: Engellilik tasarımın sonunda kontrol edilen bir madde olmaktan çıkarılıp, tasarımın başlangıç koşulu olarak düşünülmeli. Engellilikten hareketle tasarlamak, mimarlığı sadece "daha kapsayıcı" değil, aynı zamanda kuramsal ve estetik olarak daha yaratıcı kılabilir.

Örneğin, bir rampa yalnızca mevzuata uygun eğimde olmamalı; aynı zamanda kamusal oturma, gölgeleme ve sosyal karşılaşma olanağı sunan bir kentsel unsur olarak tasarlanmalı.

Okulda ve Ofiste: Neden Hâlâ Dışlanıyoruz?

Sağlamlık ideolojisi sadece binalarda değil, mimarlık eğitiminin kendisinde de işliyor. Polonya'da yapılan bir araştırma, engellilik temalı akademik yayınların mimarlık alanında düşük puanlarla değerlendirildiğini gösteriyor. Bu da üniversiteleri bu alanda çalışmaktan caydırıyor.

Mimarlık stüdyolarındaki "yüksek tempo, uzun çalışma saatleri, yoğun maket yapımı" kültürü, bedensel dayanıklılık gerektirir. Engelli ya da kronik hastalığı olan öğrenciler için bu, yapısal bir dışlanma mekanizmasıdır. Stüdyo, "herkes eşit rekabet eder" varsayımıyla kesişimsel eşitsizlikleri görünmez kılar.

Bourdieu'nün de vurguladığı gibi, akademik alan belirli "kültürel sermaye" türlerini değerli görür. Engellilik araştırmaları, yüksek etki faktörlü dergiler ve prestijli stüdyolarla bağlantı kuramadığı için "riskli" ve "meşru olmayan" bir alan olarak kalır.

Farklı Bedenler, Farklı Hızlar: Yeni Bir Tasarım Dili

Kamusal mekân tasarımında sağlamlık ideolojisi "akışın sürekliliği" ve "verimli hareket" gibi hedeflerle somutlaşır. Ancak bu hedefler, engelli, yaşlı, çocuklu ya da yoksul kullanıcıları dışlayabilir.

Jos Boys'un "slow space" (yavaş mekân) kavramı, mekânı yalnızca hızlı ve üretken bedenler için değil, farklı hızlara ve duyusal deneyimlere imkân veren bir altyapı olarak düşünmeyi önerir. Bu, düşük tempolu dolaşıma uygun oturma-bekleme alanları, doğrusal olmayan dolaşım şemaları ve farklı duyusal hassasiyetlere hitap eden detaylar anlamına gelir.

Ayrıca, engellilik deneyimi tek başına ele alınamaz. Kimberlé Crenshaw'ın "kesişimsellik" kavramı, engelliliğin cinsiyet, sınıf, ırk gibi diğer kimliklerle birleştiğinde çok katmanlı ayrımcılık yarattığını gösterir. Engelli bir kadın, gece yarısı sokakta hem engelli hem de kadın olma nedeniyle artan risklerle karşılaşır. Bu, aydınlatma, görüş alanı, kaçış imkânları gibi tasarım parametrelerini değiştirir.

Nasıl Bir Mimarlık İstiyoruz?

Sağlamlık ideolojisine karşı durmak, sadece daha fazla rampa talep etmekle sınırlanamaz. Tasarımın başlangıç varsayımlarını, temsil biçimlerini ve kuramsal referanslarını yeniden kurmayı gerektirir.

İşte öneriler:

1. Engellilikten başlamak: Tasarım süreci "ortalama kullanıcı" varsayımıyla değil, hareket, algı ve iletişimde zorlanan bedenlerin günlük deneyimleriyle başlamalı. Tasarım atölyelerinde engelli bireylerle ortak çalışma yapılmalı.

2. Erişilebilirlik + X: Yönetmeliklerin öngördüğü standartlar asgari koşul olarak kabul edilmeli; tasarım bu minimumu aşan sosyal ve estetik hedefler eklemeli.

3. Kesişimsel risk analizi: Tasarımın erken safhalarında, engellilik ile cinsiyet, yaş, sınıf ve ırkın kesişiminden doğan riskler tartışılmalı.

4. Sıradışı kullanımları görünür kılmak: Yapı programı ve temsil dili, sıradışı görülen kullanımları da meşru pratikler olarak içermeli. Temsil çizimlerinde engelli bedenler çoğul ve gündelik halleriyle gösterilmeli.

5. Kurumsal dönüşüm: Mimarlık fakültelerinde ve meslek odalarında, engellilik ve mimarlık kesişiminde dersler, sertifika programları ve araştırma merkezleri kurulmalı.

Hepimiz Engel Adayıyız

"Bugün tasarladığımız yapılar, yarın bizzat kendimizin ihtiyaç duyabileceği kırılganlık ve bakım hâllerine ne ölçüde hazırlıklı?" Bu soru, mimarlık için kritik bir dönüşümün kapısını aralıyor.

Sağlamlık ideolojisinin yerine, kırılganlığı, bağımlılığı ve bakım ilişkilerini tasarımın kurucu öğeleri olarak kabul eden bir mimarlık anlayışı, hem engelliler hem de "sağlam" olduğunu düşünenler için daha yaşanabilir şehirlerin önkoşuludur.

Çünkü sonuçta hepimiz engel adayıyız. Yaşlanıyoruz, kazalar geçiriyoruz, geçici ya da kalıcı sakatlıklar yaşıyoruz. Bugün dışladığımız "özel durum", yarın bizim günlük gerçeğimiz olabilir. O zaman neden tasarlamaya bugünden, farklı bedenlerin gerçekliklerinden başlamayalım?

Galeri

Mimaride Sağlamlık İdeolojisi ve Engellilik galeri resmi 1
Mimaride Sağlamlık İdeolojisi ve Engellilik galeri resmi 2
ABD’de Mimarlık Eğitimi ‘Profesyonel Derece’ Statüsünü Kaybedebilir
Trump yönetiminin “One Big Beautiful Bill Act” yasası sonrasında, ABD Eğitim Bakanlığı’nın önerdiği yeni kredi sistemi, mimarlık yüksek lisans programlarını “profesyonel derece” kapsamı dışına itebilir. Mimarlık örgütleri, kararın mesleğin itibarını ve erişilebilirliğini tehdit ettiğini savunuyor.

Trump yönetiminin “One Big Beautiful Bill Act” yasası sonrasında, ABD Eğitim Bakanlığı’nın önerdiği yeni kredi sistemi, mimarlık yüksek lisans programlarını “profesyonel derece” kapsamı dışına itebilir. Mimarlık örgütleri, kararın mesleğin itibarını ve erişilebilirliğini tehdit ettiğini savunuyor.


Ne oldu?

ABD merkezli mimarlık yayın organı The Architect’s Newspaper’da 24 Kasım 2025’te yayımlanan habere göre, Trump yönetiminin “One Big Beautiful Bill Act” (OBBBA) adlı kapsamlı mali paketine dayanarak, ABD Eğitim Bakanlığı (Department of Education – DOE) mimarlığı federal öğrenci kredileri açısından “profesyonel derece” listesinden çıkarmayı öngören bir tanım değişikliği hazırlıyor. (The Architect's Newspaper)

Amerikan Mimarlar Enstitüsü (AIA), söz konusu değişikliğe karşı sert bir açıklama yayımlayarak, mimarlığın profesyonel bir alan olarak tanınmamasının hem sembolik hem finansal sonuçlar doğuracağını belirtti. (The American Institute of Architects)


Ne öneriliyor? “Profesyonel derece” tanımı daralıyor

OBBBA, 2025 yazında kabul edilen ve öğrenci kredileri dahil birçok alanda kesinti ve yeniden tanımlama getiren kapsamlı bir yasa. (Wikipedia) Yasa, Eğitim Bakanlığı’na “profesyonel derece” sayılacak yüksek lisans programlarını belirleme ve bu alanlara daha yüksek kredi limitleri tanımlama yetkisi veriyor.

Bakanlığın mimarlığı dışarıda bırakan taslak çerçevesi AIA’nın üyelere yönelik bilgilendirme notunda şöyle özetleniyor: (The American Institute of Architects)

  • “Profesyonel derece” listesi, tıp, diş hekimliği, hukuk gibi az sayıdaki yüksek maliyetli programa indirgeniyor.
  • Mimarlık bu önerilen listede yer almıyor.
  • Bu tanım, yalnızca federal kredi limitlerini belirlemek için kullanılıyor; akademik akreditasyon veya meslek lisansı doğrudan değişmiyor.

Eğer mimarlık bu nihai listede yer almazsa, B.Arch ve M.Arch gibi NAAB akreditasyonlu programlar lisans için profesyonel kabul edilmeye devam edecek; fakat öğrencilerin erişebildiği federal kredi miktarı azalacak. (The American Institute of Architects)


Öğrenci kredilerinde ne değişiyor?

Önerilen sistem, 1 Temmuz 2026’dan itibaren yürürlüğe girecek yeni kredi düzenine dayanıyor. AIA’nın teknik brifingine ve mimarlık kariyer rehberleri tarafından yapılan özetlere göre, planlanan yapı şöyle: (The American Institute of Architects)

  • Tüm lisansüstü öğrenciler için (standart programlar)

    • Yıllık kredi üst sınırı: 20.500 dolar
    • Toplam (yaşam boyu) kredi üst sınırı: 100.000 dolar
  • “Profesyonel derece” sayılan programlar için

    • Yıllık kredi üst sınırı: 50.000 dolar
    • Toplam kredi üst sınırı: 200.000 dolar
  • Grad PLUS kredileri (sınırsıza yakın borçlanma imkânı tanıyan ek kredi programı) kaldırılıyor. (The American Institute of Architects)

Mimarlık “profesyonel derece” listesinin dışında bırakılırsa, mimarlık öğrencileri tıp ya da hukuk öğrencilerine tanınan yüksek limitlerden değil, standart 100.000 dolarlık üst sınırdan yararlanabilecek. Stüdyo yükü ağır, eğitim süresi uzun ve malzeme/atölye giderleri yüksek bir alan için bu sınırın, özellikle orta–alt gelir grupları açısından ciddi bir bariyer oluşturacağı ifade ediliyor. (PA | Architecture and Technology)


Mimarlık camiasının tepkisi

AIA, 21 Kasım tarihli basın açıklamasında, mimarlığı profesyonel saymayan her türlü politika ve düzenlemeye “şiddetle karşı çıktığını” belirtiyor. Açıklamada özetle: (The American Institute of Architects)

  • “Mimar” unvanının uzun ve yoğun bir eğitim, kapsamlı mesleki sınavlar ve zorlu bir lisans süreciyle kazanıldığı,
  • Kredi tavanının düşürülmesinin, mimarlık eğitimine erişebilen kişi sayısını azaltacağı ve ABD’nin bu alandaki küresel konumunu zayıflatacağı vurgulanıyor.

Ulusal Mimarlık Kayıt Kurulu (NCARB) da benzer şekilde, mimarlığın profesyonel derece listesinden çıkarılmasının “kamu yararı” aleyhine sonuçlar doğuracağını, çünkü daha az kişinin lisanslı mimar olma yoluna girebileceğini belirtti. (ncarb.org)

Mimarlık okullarını temsil eden ACSA (Association of Collegiate Schools of Architecture) ve çeşitli fakülte üyeleri ise, bu hamlenin özellikle ilk kuşak üniversite öğrencileri, azınlık gruplar ve ekonomik olarak dezavantajlı kesimler üzerindeki etkisinin altını çiziyor; Archpaper haberinde de bu kaygılara yer verildiği belirtiliyor. (archcareersguide.com)


Bakanlık ne diyor?

Eğitim Bakanlığı, 24 Kasım tarihli “Myth vs. Fact: The Definition of Professional Degrees” başlıklı metninde eleştirilere yanıt veriyor ve özetle şu çerçeveyi çiziyor: (U.S. Department of Education)

  • “Profesyonel derece” tanımının, sadece hangi programların daha yüksek kredi limitlerine erişeceğini belirleyen içsel bir idari sınıflama olduğu,
  • Bunun, ilgili mesleklerin “değerine” veya “profesyonel sayılıp sayılmadığına” ilişkin bir yargı içermediği,
  • Yeni limitlerin, bazı yüksek lisans programlarının yıllardır süren ücret artışlarını frenlemeyi ve öğrencileri “aşırı borç yükünden” korumayı amaçladığı,
  • Taslağın hâlâ resmî bir yönetmelik olarak yayımlanmadığı ve 2026 başında kamuoyuna açılacak bir yorum süreciyle birlikte nihai hâlini alacağı

ifade ediliyor.

Bakanlık, özellikle hemşirelik eğitimi üzerinden yükselen eleştirileri “yanlış bilgilendirme” olarak nitelendiriyor; buna karşın bağımsız haberler ve sektör analizleri, yeni limitlerin hem sağlık alanında hem mimarlıkta erişimi daraltabileceği uyarısında bulunuyor. (San Antonio Express-News)


Mimarlık eğitimi ve meslek lisansı etkileniyor mu?

Buradaki kritik ayrım şu:

  • Değişen: Federal kredi rejimi ve mimarlık öğrencilerinin borçlanabileceği üst sınır.
  • Değişmeyen: NAAB akreditasyon sistemi, eyalet bazlı mimarlık lisans koşulları ve bu anlamda “profesyonel derece” kabulü. (The American Institute of Architects)

Yani mimarlık eğitiminin lisans/lisansüstü düzeyde meslek için zorunlu oluşu ve mimar unvanı almak için gerekli akademik yol haritası değişmiyor. Fakat bu yolun finansmanı zorlaşırsa, alana girebilen öğrenci profili daralabilir; özellikle yüksek harçlı özel okullar ve büyük kentlerdeki programlar için bu risk daha da belirgin. (PA | Architecture and Technology)


Daha geniş çerçeve: Sadece mimarlık değil

Yeni “profesyonel derece” tanımı, yalnızca mimarlığı değil, muhasebe, sosyal hizmet, hemşirelik, fizyoterapi ve bazı eğitim alanları gibi pek çok mesleği de daha düşük kredi limitleri kapsamına itiyor. (San Antonio Express-News)

Eleştiriler, OBBBA’nın bütçe ve borç hedefleri doğrultusunda, toplum için kritik birçok profesyonel alanın eğitim erişimini dolaylı biçimde kısıtlama riski taşıdığı yönünde. Buna karşılık, yönetim kanadı, sınırsıza yakın borçlanma imkânının üniversite harçlarını şişirdiği ve öğrencileri sürdürülemez borçlar altında bıraktığı argümanını öne çıkarıyor. (U.S. Department of Education)


Süreçte sonraki adım ne?

AIA’nın üye bilgilendirmesine göre: (The American Institute of Architects)

  • Mimarlığın “profesyonel derece” listesinden çıkarılmasına ilişkin taslak, 2025 Kasım itibarıyla müzakere sürecini tamamlamış durumda.
  • 2026 başında resmî bir taslak yönetmelik olarak yayımlandığında, kamuoyu için bir resmî görüş bildirme (public comment) süreci açılacak.
  • AIA, ACSA, NCARB ve diğer paydaşlar bu süreçte mimarlığın listeye yeniden alınması için koordineli bir lobi faaliyeti yürütmeyi planlıyor.

Dolayısıyla mimarlık derecelerinin federal krediler açısından nihai statüsü, 2026 yılı içinde yayımlanacak nihai kural ve olası siyasi–hukuki itirazlar sonrasında netleşecek.


Özet: Mimarlık öğrencileri için ne anlama geliyor?

  • ABD’de mimarlık yüksek lisansı düşünen öğrenciler, mevcut taslak korunursa,

    • maksimum 100.000 dolar federal krediyle yetinmek zorunda kalabilir,
    • ek finansmanı özel kredilerden veya kişisel kaynaklardan sağlamak durumunda kalabilir. (The American Institute of Architects)
  • Bu durum, özellikle gelir dağılımı adaletsiz kentlerde, mimarlık eğitimini daha elit ve seçkinci bir yöne itebilir.

  • Mimarlık örgütleri, bunun hem mesleğin toplumsal çeşitliliğini hem de uzun vadede kamusal mekân kalitesi ve sürdürülebilirlik hedeflerini olumsuz etkileyeceği görüşünde. (ncarb.org)

Kısacası, Archpaper’ın haberleştirdiği bu yeni düzenleme, mimarlığın meslek olarak hukuki statüsünü doğrudan değiştirmese de, “kimlerin mimar olabileceği” sorusunu kredi limitleri üzerinden yeniden tanımlayan, politik olarak da tartışmalı bir eşik oluşturuyor.

Yapay Zekâ Mimarların İşini Elinden Alacak mı?
Yapay Zekâ Mimarların İşini Elinden Alacak mı?
A
Ahmet Berk Özerk·
Bu makale, YZ’nın mimarlık mesleğini ortadan kaldırmaktan ziyade, mesleğin icrası için gereken asgari yetkinlik eşiğini nasıl yükselttiğini ve mimarı “çizim üreten teknisyen” yerine “tasarım stratejisti” rolüne nasıl taşıdığını inceliyor.

Mimarlık Pratiğinin Dönüşümü Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme

Öz

Bu makale, “Yapay zekâ mimarların işini elinden alacak mı?” sorusunu, basit bir “yerine geçme” tartışmasından çıkararak, mimarlık pratiğinin dönüşümü bağlamında eleştirel biçimde irdelemektedir. Çalışma, hesaplamalı tasarım, yapay zekâ destekli tasarım araçları ve mimarlık eğitimi üzerine güncel literatürü inceleyen kavramsal bir derleme niteliğindedir. Öncelikle, parametrik, generatif ve algoritmik tasarım kavramlarının tarihsel arka planı özetlenerek, yapay zekânın bu çerçeve içindeki konumu tartışılmaktadır. Ardından, yapay zekânın mimarlıkta performans odaklı tasarım, generatif üretim, görsel konsept geliştirme ve mimarlık eğitiminde stüdyo kültürünün dönüşümü gibi alanlardaki kullanım pratikleri incelenmektedir. Bulgular, yapay zekânın tekrarlayan ve rutin görevleri otomatikleştirerek tasarım sürecini hızlandırdığını, sürdürülebilirlik ve enerji performansı gibi ölçülebilir parametreleri tasarımın erken safhasına taşıdığını göstermektedir. Bununla birlikte, bağlamsal okuma, yaratıcı sentez ve etik/politik sorumluluk alanlarında mimarın rolünün belirleyici olmaya devam ettiği görülmektedir. Sonuç olarak, yapay zekânın mimarlık mesleğini ortadan kaldırmaktan ziyade, mesleğin icra edilmesi için gereken asgari yetkinlik eşiğini yükselttiği ve mimarı “çizim üreten teknisyen” profilinden “veri okuyan, etik çerçeve kuran tasarım stratejisti” profiline doğru ittiği savunulmaktadır.

Anahtar kelimeler: yapay zekâ, mimarlık, hesaplamalı tasarım, generatif tasarım, BIM, mimarlık eğitimi, etik


1. Giriş

“Yapay zekâ mimarların işini elinden alacak mı?” sorusu, mimarlık alanında son yıllarda sıkça dile getirilen bir kaygıyı yansıtmaktadır. Bu kaygı, daha geniş bir teknolojik dönüşüm hikâyesinin parçasıdır: bilgisayar destekli tasarım (CAD), ardından yapı bilgi modelleme (BIM) ve bugün yapay zekâ (YZ) temelli araçlar, mimarlık mesleğinin hem üretim süreçlerini hem de mesleki kimliğini yeniden tanımlamaktadır.

Yapay zekânın mimarlıkta kullanımı üzerine yapılan güncel derleme çalışmalar, özellikle generatif tasarım, mekânsal organizasyon optimizasyonu ve enerji verimliliği gibi alanlarda yoğunlaştığını göstermektedir. (MDPI) Bu çalışmalar, bir yandan tasarım verimliliğinin arttığını, diğer yandan da etik, mesleki kimlik ve eğitim bağlamında yeni tartışma başlıklarının ortaya çıktığını vurgular.

Bu makale, söz konusu tartışmayı “meslek ortadan kalkacak mı?” gibi deterministik bir düzlemde değil, yapay zekânın mimarlık pratiğini nasıl dönüştürdüğü ve bu dönüşümün hangi sınırlar ve imkânlar içinde gerçekleştiği soruları etrafında eleştirel biçimde konumlandırmaktadır. Bu amaçla, hesaplamalı tasarım literatürü, yapay zekâ uygulamalarına ilişkin sistematik derlemeler ve mimarlık eğitiminde yapay zekâ odaklı stüdyo deneyimleri birlikte okunmaktadır. (ScienceDirect)


2. Yöntem

Bu çalışma, ampirik veri toplayan deneysel bir araştırma değil, kavramsal bir literatür derlemesi ve eleştirel değerlendirme niteliğindedir. Yöntem üç ana aşamadan oluşmaktadır:

  1. Literatür taraması

    • 2020–2025 yılları arasında yayımlanmış, mimarlıkta yapay zekâ uygulamalarını konu alan derleme ve sistematik incelemeler taranmıştır. Özellikle Li ve arkadaşlarının yapay zekânın tasarım verimliliğine etkisini inceleyen derlemesi ile Bölek ve arkadaşlarının mimarlıkta yapay zekâ uygulamalarına ilişkin sistematik incelemesi temel referanslar arasına alınmıştır. (MDPI)
    • Hesaplamalı tasarım, parametrik ve generatif tasarım kavramlarını açıklayan kuramsal çalışmalar seçilmiştir. (ScienceDirect)
    • Mimarlık eğitimi ve yapay zekâ ilişkisini ele alan son dönem makaleler (AI-assisted studio modelleri, yapay zekâ destekli stüdyo kültürü vb.) incelenmiştir. (SpringerLink)
  2. Tematik sınıflandırma Elde edilen çalışmalar, dört ana tema altında kavramsal olarak sınıflandırılmıştır:

    • Yapay zekânın mimarlıkta uygulama alanları (performans analizi, generatif tasarım, görsel üretim vb.)
    • Yapay zekâ ve mesleki rol/kimlik dönüşümü
    • Yapay zekâ ve mimarlık eğitimi
    • Yapay zekâ ve etik/politik boyut
  3. Eleştirel sentez Tematik başlıklar altında toplanan bulgular, “yerine geçme tezi” ile “işbirliği tezi” arasındaki gerilim çerçevesinde yeniden okunmuş; tarihsel olarak CAD ve BIM’in mesleğe giriş süreciyle analoji kurularak tartışılmıştır.

Bu yöntem, kapsamlı bir meta-analiz yerine, mimarlık pratiği ve eğitimi açısından teorik olarak anlamlı kırılma ve süreklilik noktalarını görünür kılmayı hedeflemektedir.


3. Bulgular

3.1. Hesaplamalı tasarım çerçevesinde yapay zekânın konumu

Hesaplamalı tasarım literatürü, parametrik, generatif ve algoritmik tasarım kavramlarını mimarlığın son yirmi yılına damga vurmuş üç temel yaklaşım olarak tanımlar. Caetano ve arkadaşları, parametrik tasarımda tasarımcının girdi olarak parametreleri belirlediğini; generatif tasarımda ise performans hedefleri doğrultusunda otomatik çözüm aramasının öne çıktığını vurgular. (ScienceDirect)

Bu çerçevede yapay zekâ, özellikle makine öğrenmesi ve derin öğrenme yöntemleriyle, sadece parametrik varyasyon üreten bir araç olmaktan çıkarak, geniş veri kümelerinden öğrenen, performans tahminleri yapan ve tasarıma ilişkin öneriler üreten bir “hesaplamalı ortak” olarak konumlanmaktadır. Li ve arkadaşları, yapay zekânın tasarım sürecinin erken safhalarında enerji performansı, gün ışığı ve hatta kullanıcı davranışı tahmini gibi alanlarda kullanıldığını ve bunun tasarım verimliliğini artırdığını ortaya koymaktadır. (MDPI)

3.2. Uygulama alanları: Performans, generatif tasarım ve görsel üretim

Bölek ve arkadaşlarının sistematik incelemesi, mimarlıkta yapay zekâ uygulamalarını; biçim üretimi, mekânsal organizasyon, enerji verimliliği, kullanıcı davranış modellemesi ve görsel üretim gibi alt kategorilerde sınıflandırmaktadır. (Dr. Arch) Bu çerçevede öne çıkan bulgular şu şekilde özetlenebilir:

  • Performans odaklı tasarım: Yapay zekâ destekli modeller, tasarımın erken safhalarında bina kabuğunun enerji davranışı, gün ışığı dağılımı ve iç mekân konforu gibi parametreler için hızlı öngörüler sağlayabilmektedir. Li ve arkadaşları, bu tür araçların erken dönemde alınan kararlarla enerji verimliliğini artırma ve tasarım süresini kısaltma potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. (MDPI)

  • Generatif tasarım ve biçim arama: Generatif tasarım araçları, tasarımcı tarafından tanımlanan performans hedefleri (maliyet, malzeme, enerji, gün ışığı vb.) doğrultusunda binlerce alternatif üretebilmekte ve bu alternatifleri çok ölçütlü şekilde kıyaslamaya imkân tanımaktadır. Bu durum, özellikle karmaşık geometrilere sahip büyük ölçekli projelerde tasarımcının karar uzayını genişletmektedir. (ScienceDirect)

  • Görsel üretim ve konsept geliştirme: Generatif görüntü modelleri (örneğin Midjourney, DALL·E vb.), mimari konsept geliştirme sürecinde atmosfer, malzeme, form ve ışık senaryolarını hızlı biçimde görselleştirmeye olanak sağlamaktadır. Bu araçların, özellikle tasarımın erken safhalarında görsel araştırma ve sunum üretim kapasitesini artırdığı; ancak tasarımı “tam otomatik” hale getirmekten çok, tasarımcının görsel deneme aralığını genişlettiği vurgulanmaktadır. (MDPI)

3.3. Mimarlık eğitiminde yapay zekâ: Stüdyo kültürünün dönüşümü

Yapay zekânın mimarlık eğitimine entegrasyonu, özellikle tasarım stüdyosunun yeniden kurgulanması bağlamında tartışılmaktadır. Özorhon ve arkadaşlarının “AI-assisted architectural design studio (AI-a-ADS)” modeli, yapay zekânın tasarım sürecine “yaratıcı ortak” olarak katıldığı bir stüdyo örgütlenmesi önermektedir. (SpringerLink)

Bu modelde, öğrenciler tasarım problemini tanımlarken, veri toplarken ve konsept geliştirirken yapay zekâ araçlarını kullanmakta; ancak kritik karar noktalarında insan-yapay zekâ etkileşimi stüdyonun temel pedagojik eksenlerinden birini oluşturmaktadır. Karadağ’ın benzer yöndeki değerlendirmeleri, yapay zekâ destekli stüdyoların stüdyo kültürünü tamamen değiştirmekten çok, stüdyo içi roller ve beklentileri yeniden tanımladığını göstermektedir. (DergiPark)

3.4. Tasarım otomasyonu ve mesleki rol dönüşümü

Literatürde, yapay zekâ temelli otomasyonun özellikle tekrarlayan işlerde (metraj, standart detaylandırma, çakışma tespiti vb.) verimlilik sağladığı konusunda geniş bir mutabakat vardır. (MDPI) Bu bulgular, yapay zekânın mimarı bütünüyle işlevsiz kılmasından ziyade, mimarın görev dağılımını değiştirdiğine işaret etmektedir:

  • “Çizim yapan mimar” rolü zayıflarken,
  • Veriyi okuyan, etik ve bağlamsal çerçeve kuran, çok aktörlü süreçleri yöneten “tasarım stratejisti” rolü öne çıkmaktadır. (Dr. Arch)

4. Tartışma

4.1. “Yerine geçme” ve “işbirliği” tezleri arasındaki gerilim

Popüler tartışmada sıkça karşımıza çıkan “yapay zekâ mimarların yerini alacak” söylemi, çoğu zaman yapay zekâyı homojen ve özerk bir özne olarak kurgulayan indirgemeci varsayımlara dayanır. Oysa incelenen akademik çalışmalar, insan–yapay zekâ ilişkisini “ikame” yerine “işbirliği” olarak tanımlayan daha nüanslı bir çerçeve önermektedir. (MDPI)

Bu çerçevede yapay zekâ:

  • Veri yoğun, tekrarlayan ve algoritmik olarak tanımlanabilir görevleri üstlenen,
  • Tasarımcıya hızlı geri bildirim ve varyant üretimi sağlayan,
  • Performans ve sürdürülebilirlik gibi alanlarda erken evre öngörü kapasitesini artıran

bir araç olarak konumlanır. Buna karşın, problem tanımı, bağlamsal okuma ve etik karar gibi alanlarda insan tasarımcının rolü belirleyici olmaya devam etmektedir.

4.2. Bağlamsal okuma, yaratıcı sentez ve etik/politik sorumluluk

Mimarlık pratiği, yalnızca ölçülebilir performans parametrelerinin yönetimi değil, aynı zamanda kültürel kodların, toplumsal güç ilişkilerinin ve kullanıcı hikâyelerinin mekânsal dile çevrilmesi sürecidir. Yapay zekâ, kullanıcı davranışları, hareket örüntüleri, sosyo-ekonomik göstergeler gibi alanlarda büyük veri setlerini işleyebilse de, bu verilerin hangi mekânsal ve etik çerçeve içinde yorumlanacağı hâlen mimarın sorumluluğundadır.

Kent planlama ve mimarlık literatürü, algoritmik önyargı, veri setlerinde dezavantajlı grupların dışlanması ve gözetim mekanizmalarının güçlenmesi gibi risklere dikkat çekmektedir. (injoqast.net) Bu riskler, mimarın rolünü yalnızca “tasarımcı” olmaktan çıkarıp, aynı zamanda “sorumlu teknoloji kullanıcısı” ve “etik karar verici” konumuna taşımaktadır.

4.3. Tarihsel analoji: CAD ve BIM deneyimi

Yapay zekâ tartışmasını tarihsel bağlamda konumlandırmak için CAD ve BIM’in mesleğe giriş süreciyle analoji kurmak anlamlıdır. CAD’in 1980’lerde yaygınlaşması, o dönemde çizim teknisyenleri ve mimarlar için ciddi bir iş kaybı kaygısı yaratmıştır. Ancak sonraki yıllar, CAD ve BIM’in:

  • Revizyon maliyetlerini düşürdüğünü,
  • Daha karmaşık projelerin yönetimini mümkün kıldığını,
  • Ofis içinde yeni uzmanlık alanları (örneğin BIM yöneticisi) doğurduğunu göstermiştir. (ScienceDirect)

Bugün yapay zekâ, CAD ve BIM’in üzerine eklenen yeni bir katman olarak, benzer bir dönüşüm potansiyeli taşımaktadır. Dolayısıyla tarihsel deneyim, “meslek kaybı”ndan çok “mesleki rol ve yetkinlik dönüşümü”ne işaret etmektedir.


5. Sonuç

Bu makale, “Yapay zekâ mimarların işini elinden alacak mı?” sorusunu, mimarlık pratiği ve eğitimi bağlamında eleştirel bir literatür okuması üzerinden tartışmıştır.

Bulgular ve tartışma ışığında şu sonuçlara ulaşılmaktadır:

  1. Yapay zekâ, mimarlık mesleğini ortadan kaldırmaktan çok, mesleğin icrası için gerekli asgari yetkinlik eşiğini yükseltmektedir. Veri okuryazarlığı, hesaplamalı düşünme, etik sorgulama ve disiplinlerarası düşünme, artık tali değil, merkezi yetkinlikler haline gelmektedir. (MDPI)

  2. Tekrarlayan ve rutin görevler giderek daha fazla otomasyona açılmaktadır. Metraj, standart performans analizleri, belirli tip plan varyantları ve çakışma tespiti gibi süreçler, yapay zekâ destekli sistemlere devredilirken, mimarın zamanını problem tanımı, kavramsal çerçeve ve etik karar alanlarına kaydırmaktadır. (injoqast.net)

  3. Sürdürülebilirlik ve enerji performansı, yapay zekâ destekli araçlarla tasarımın erken evrelerine taşınmaktadır. Bu durum, karbon duyarlı tasarımı mimarlığın temel ölçütlerinden biri haline getirme potansiyeli taşımaktadır. (MDPI)

  4. Mimarlık eğitiminde yapay zekâ, stüdyo kültürünü dönüştürmektedir. AI-assisted studio modelleri, öğrencinin yapay zekâyı yalnızca görsel üretim için değil, problem tanımı, veri toplama ve seçenek oluşturma süreçlerinde de kullanmasını teşvik etmektedir. Bu durum, geleceğin mimar kuşağının mesleğe bakışını kökten etkilemektedir. (SpringerLink)

  5. Etik ve politik boyut, yapay zekâ tartışmasının merkezine yerleşmektedir. Algoritmik önyargı, veri temelli dışlama mekanizmaları ve gözetim mimarlikleri, mimarın teknik rolünün yanında etik sorumluluğunu da artırmaktadır. (injoqast.net)

Bu çerçevede, geleceğe yönelik daha anlamlı soru şu şekilde formüle edilebilir:

Yapay zekânın yoğun biçimde kullanıldığı bir tasarım ortamında, nasıl bir mimara ihtiyaç duyulacaktır?

Yanıt, yapay zekâyı “rakip” değil, güçlü fakat dikkatle yönetilmesi gereken bir araç olarak gören; veri ve algoritmaları eleştirel biçimde sorgulayabilen; yerel bağlamı, sürdürülebilirlik hedeflerini ve toplumsal adalet perspektifini tasarımın merkezine yerleştiren bir mimar profilini işaret etmektedir.


Kaynakça (seçme)

  • Bölek, B., Tutal, O., & Özbaşaran, H. (2023). A systematic review on artificial intelligence applications in architecture. Journal of Design for Resilience in Architecture and Planning, 4(1), 91–104. (Dr. Arch)

  • Caetano, I., Santos, L., & Leitão, A. (2020). Computational design in architecture: Defining parametric, generative, and algorithmic design. Frontiers of Architectural Research, 9(2), 287–300. (ScienceDirect)

  • Karadağ, D. (2025). AI in architectural education: Rethinking studio culture. ICCAUA Proceedings Journal, 8, 343–355. (DergiPark)

  • Li, Y., Chen, H., Yu, P., & Yang, L. (2025). A review of artificial intelligence in enhancing architectural design efficiency. Applied Sciences, 15(3), 1476. (MDPI)

  • Li, Y., Chen, H., & Yu, P. (2025). A review of artificial intelligence applications in architectural design: Energy-saving renovations and adaptive building envelopes. Energies, 18(4), 918. (ResearchGate)

  • Mahendra, I. M. A. (2025). Integration of artificial intelligence in architectural design: Current approaches and applications. International Journal of Science and Engineering Research, 9(1). (injoqast.net)

  • Özorhon, G., Nitelik Gelirli, D., Lekesiz, G., & Müezzinoğlu, C. (2025). AI-assisted architectural design studio (AI-a-ADS): How artificial intelligence join the architectural design studio? International Journal of Technology and Design Education, 35, 1999–2023. (SpringerLink)

Kentsel Akışın Gizemi: Tai Chi'den Ağ Teorisine Şehirler İçin Yeni Bir Felsefe
Kent yaşamı, Tai Chi'nin "akış" felsefesi ve Batı'nın Ağ Teorisi ile nasıl daha insancıl, dengeli ve sürdürülebilir hale getirilebilir? Bu makale, Doğu ve Batı düşüncesini birleştirerek modern şehirler için pratik çözümler sunuyor.

Kent yaşamı, Tai Chi’nin “flow” (akış) kavramıyla incelendiğinde, dinamik, organik ve yaşamın doğal ritmine uyumlu bir yapıya sahip olur. Bu “akış”, sadece hareketin fiziksel bir durumu değil, aynı zamanda bir zihinsel ve mekânsal uyumdur — kentte yaşayan insanın, trafikte, iş yerinde, parkta ya da evinde bile, direnmeden, zorlamadan, doğal bir akış içinde hareket etmesini sağlar. Bu felsefe,Richard Sennet'in Ten ve Taş kitabı’nda şöyle ifade edilir: “Şehirler, bedenin nasıl algılandığına göre şekillenir. Beden, sadece bir fiziksel varlık değil, bir ‘sosyal varlık’tır. Şehirler, bedenin ‘nasıl görüneceği’, ‘nasıl hareket edeceği’, ‘nasıl ifade edileceği’ konusunda kurallar koyar.” Bu ilke, sadece mimari ve kent planlamasında sınırlı değil; insan bedeninin günlük yaşamında küçük detaylarında bile etkiendiğini savunur.

Örneğin, bir kentteki yaya yolları, araç trafiğine değil, insanların doğal yürüyüş ritmine göre tasarlanırsaydı — yani, sert köşeler yerine yumuşak eğriler, zorunlu duraklar yerine akıcı geçişler, gürültüden uzak, gölgeli ve yeşil alanlarla desteklenen yollar — o kent, “akış” prensibine uygun hale gelir. Bu, sadece estetik bir tercih değil, bilimsel olarak da kanıtlanmış bir gerçek: İnsan beyni, doğa ile uyumlu, öngörülebilir ve akıcı ortamlarda daha az stresle, daha yüksek odaklanma ve mutluluk seviyesiyle çalışır. (Kaynak: Ulrich, R.S., 1984, “View through a window may influence recovery from surgery” — Science dergisi)

Bu bağlamda Tai Chi’deki “akış”, terimini hatırlamakta fayda var. Tai Chi dirençle değil, uyumla ilerlemeyi öğretir. Aynı şekilde, bir kent de “direnç” yaratmamalı — örneğin, bir bisiklet yolu, araç trafiğine “karşı” değil, onunla “beraber” akmalı; bir park, şehir merkezine “girip çıkmak zorunda kalan” bir alan değil, şehrin içine doğal bir şekilde “dökülen” bir yeşil akıntı olmalı. Bu, sadece bir tasarım felsefesi değil, bir yaşam kalitesi stratejisidir.

Bkz. Japon Yağmur Kanalları

Tai Chi’nin “su gibi hareket etme” ilkesi, kentlerde de şu şekilde somutlaşırtırılabilir:

  • Trafik akışında: Araçlar değil, insanlar öncelikli olmalı. Örneğin, Kopenhag’da bisiklet yolları, araç trafiğine “karşı” değil, onunla uyum içinde tasarlanmıştır — bu, hem trafik yoğunluğunu azaltmış hem de şehirdeki yaşam kalitesini artırmıştır.
  • Mekânsal düzenlemelerde: Binalar, doğa ile çatışmak yerine, onunla uyum içinde yer almalı. Örneğin, Singapur’daki “yeşil binalar”, sadece estetik değil, hava akışını, güneş ışığını ve yağmuru doğal bir şekilde yönlendirerek “akış” prensibini uygular.
  • Toplumsal dinamiklerde: Kentlerdeki topluluklar, “direnç” yaratmak yerine, birbirine “akış” sağlayacak şekilde tasarlanmalı. Örneğin, Barcelona’nın “superblock” sistemi, araç trafiğini azaltarak, sokakları yürüyüş ve sosyal etkileşim alanına dönüştürmüştür — bu, sadece fiziksel bir değişiklik değil, toplumsal bir “akış”ın başlangıcıdır.

Bu nedenle, kent yaşamını Tai Chi’nin “akış” kavramıyla incelemek, sadece bir metafor değil, bir uygulanabilir, bilimsel ve insani tasarım prensibidir. Kentler, su gibi hareket etmelidir — direnmek yerine, akışa uyum sağlayarak, yaşamı kolaylaştırmalıdır. Bu, sadece mimari bir tercih değil, bir yaşam felsefesidir.

Batı’da Castelss Ağ Teorisi ise, kentteki akışları (trafik, bilgi, ekonomi) matematiksel olarak modelleyerek analiz eder. Bu, Ulus Baker’in “dolaylı eylem” kavramıyla desteklendiğinde: fiziki,sosyal ve ekonomik akışlara doğrudan müdahale yerine, sistem içindeki bağlantıları hafifçe değiştirerek büyük etkiler yaratmanın mümkün olduğu görülür. Doğu’nun “akışı yönlendirmek” anlayışıyla Batı’nın “ağları optimize etmek” yaklaşımı, farklı dillerde aynı hedefe yönelir: böylece dengeli, verimli ve sürdürülebilir akışlar yaratılabilir. Bu sayede;

Ekonomik ve sosyo-kültürel olarak, akışlar kentin canlılığını belirler: akıcı ulaşım, etkili iletişim, sosyal etkileşim ve ekonomik dolaşım, kentlerin rekabet gücünü artırır. Doğu’daki bu kavramlar, yerel yönetimlerde şöyle uygulanabilir:

  • Park ve yürüyüş yolları, Tai Chi prensipleriyle “akıcı hareket” sağlayacak şekilde tasarlanabilir.
  • Ticaret bölgeleri, Feng Shui’ye göre “qi” akışını engellemeyecek, doğal dolaşımı destekleyecek şekilde planlanabilir.
  • Kentsel dönüşüm projeleri, “dolaylı eylem” prensibiyle, küçük müdahalelerle büyük değişimler hedeflenebilir (örneğin, bir kavşakta yaya geçidi eklemek, trafik akışını değiştirmek bir bölgenin kadarini kökten değiştirebilir).

Kent yaşamında akış, sadece fiziksel değil, enerjik ve sosyal bir olgudur. Doğu’nun akış felsefesi ile Batı’nın ağ teorisi, birleştiğinde daha insancıl, dengeli ve sürdürülebilir kentler inşa etmek için güçlü bir araç seti sunar. Yerel yönetimler, bu kavramları entegre ederek, kentleri sadece işleyen değil, yaşayan mekanlara dönüştürebilirler.

Geleceğin Evleri: Şebekeden Bağımsız Otonom Konutlar ve Özerk Mimarlık
Bu makale, konut mimarlığında otonom sistemleri “özerk mimarlık” kuramı çerçevesinde tartışmakta; şebeke sistemlerinden bağımsızlaşma arayışlarını ve kendi kendine yeten ev modellerini incelemektedir.

Bu makale, konut mimarlığında “özerk mimarlık” kuramı çerçevesinde otonom sistemleri ele alır ve konutun sadece tüketici değil, kendi kaynaklarını yöneten “otonom bir altyapı düğümü” olarak yeniden tanımlanmasını önerir. Emil Kaufmann’ın Ledoux üzerinden geliştirdiği “arkitektonik özerklik” kavramı, Fanny Lopez’in otonom ev analizleri, John Erik Hagen’in otonom gemi sistemleri ve Beeby & White’ın enerji hasadı literatürüyle birleştirilerek, konutun teknik, ekonomik ve siyasi bağımsızlık potansiyeli tartışılır.

Ana Argümanlar:

  • Özerk mimarlık, yapının biçimini dışsal normlardan ziyade kendi iç mantığıyla (plan, işlev, yapı) üretmesidir (Kaufmann).
  • Otonom konutlar, enerji, su ve atık döngülerini yerel olarak kapatmaya çalışan, şebekeye kısmen veya tamamen bağımsız sistemlerdir (Lopez).
  • Mikro-şebekeler ve kendi kendine yeten bölgeler, konutları pasif kullanıcıdan aktif altyapı düğümüne dönüştürür.
  • Otonom gemi sistemleri (MASS), konut için teknik ve yönetişimsel bir analog sunar: otonomi, sadece teknik değil, hukuki ve ekonomik çerçevelere bağlıdır (Hagen).
  • Enerji hasadı (güneş, ısı farkı, titreşim), konutun küçük ölçekli sensörlerini besleyerek dayanıklılığını artırır (Beeby & White).
  • Tam bağımsızlaşma, teknik, ekonomik ve politik eşikler nedeniyle çoğu zaman gerçekçi değil; kısmi ve senaryo-temelli otonomi daha uygundur.

Avantajlar: Sürdürülebilirlik, afet dayanıklılığı, tipolojik yenilik.
Riskler: Teknolojik kırılganlık, sosyal eşitsizlik, mevzuat uyumsuzluğu.

Sonuç: Otonom konutlar, mimari disiplinin özerkliğiyle altyapı ve enerji politikalarını birleştiren, çok katmanlı bir tasarım ve yönetişim alanıdır — teknik optimizasyon değil, eleştirel ve deneysel bir yaklaşım gerektirir.


Anahtar Kelimeler: özerk mimarlık, otonom konut, kendi kendine yeten ev, mikro-şebeke, otonom gemi sistemleri, enerji hasadı.

1. Mimarlıkta Otonomi Kuramı

“Mimarlıkta otonomi” kavramı, felsefi düzeyde Kantçı autonomia / heteronomia ayrımına yaslanır: özerklik, kendi yasasını kendi koyan aklın/düzenin niteliğidir. Mimarlık alanında bu kavramı kuramsal bir kategoriye dönüştüren isimlerden biri Emil Kaufmann’dır. Kaufmann, 18. yüzyıl sonu ve Devrim dönemi mimarlığını incelerken, barok ve klasik dönemlerin “heteronom” biçimsel rejiminden, Ledoux gibi mimarlarda beliren “özerk” bir mimari ilkeye geçişi tarif eder (Kaufmann, 1952).

Barok yapı, Kaufmann’a göre, tek merkezli bir “Birlik” ideali etrafında biçimlenir; oranlar insan bedenine, kolon düzenleri antik modellere, cephe hiyerarşisi ise toplumsal sınıf ayrımlarına bağlanır. Biçim, dışsal normlara (tarihsel, toplumsal, simgesel) bağımlıdır. Ledoux’nun tuz fabrikası ve ideal kent projelerinde ise, yapıların ve pavyonların biçimi; işlevsel gerekler, konstrüksiyon mantığı ve mekânsal organizasyonun kendi iç mantığından türetilir. Her yapı, pavyon sistemi içinde kendi başına tamamlanmış, bağımsız bir “arkitektonik bütün” olarak ele alınır (Kaufmann, 1952).

Bu bağlamda özerk mimarlık, yapının biçimini ve mekânsal düzenini tarihsel üslup reçetelerinden, alegorik süslemelerden veya dışsal temsil taleplerinden ziyade, disipline içkin araçlardan (plan, kesit, taşıyıcı sistem, tipoloji, işlevsel şema) türeten bir mimarlık anlayışı olarak tanımlanabilir. Modern dönemde Loos, Berlage ve Le Corbusier gibi isimlerde, bu özerk ilkenin farklı yorumları görülür; cephe süslemesinden arınmış, tip ve sistem temelinde geliştirilen konut blokları, “özgül bir mimarlık dilinin” kendi iç yasasına göre üretildiği örneklerdir.

Bu kuramsal çerçeve, otonom konut sistemlerini düşünürken kritik bir başlangıç noktası sağlar: konut yalnızca “altyapı şebekesine bağlanmış bir tüketim nesnesi” değil, kendi iç yasası ve işleyiş mantığı olan, belirli ölçüde “özerk bir sistem” olarak ele alınabilir mi?


2. Sistemden Bağımsızlaşmaya Yönelik Çalışmalar

19 ve 20. yüzyılda kentleşme, büyük teknik sistemlerin –su, kanalizasyon, gaz, elektrik– yaygınlaşmasıyla birlikte, hane ve konutu giderek daha sıkı biçimde kent altyapısına bağlamıştır. Lopez (2021), modern kentte şebeke bağlantısının “normal” yaşamın koşulu haline geldiğini; bağlantısız kalmanın ise çoğu zaman yoksulluk ve dışlanmayla özdeşleştiğini vurgular. Bu nedenle “otonom sistemler”, sadece teknik değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsal birer jesttir. 20. yüzyıl boyunca iki paralel eğilim gözlenir: Bir yanda, konutun konfor ve hijyen düzeyini artırmak üzere şebekeye daha fazla bağımlı hale gelen, “tam entegre” apartman ve siteler; Öte yanda, özellikle 1960’lar karşı kültürü ve 1970’ler enerji kriziyle güçlenen “off-grid” ve kendi kendine yeten konut deneyleri.

Alexander Pike, 1950’lerden itibaren tipik bir evin aslında “hiçbir hizmet bağlantısı olmadan da çalışabileceğini”, atıkların kaynağında (konutta) işlenmesi, yeni ısıtma teknolojileri ve güneş enerjisi sayesinde kanalizasyon ve ısıtma şebekelerinin yerini yerel çözümlerin alabileceğini savunur (Lopez, 2021). 1970’ler sonrası Earthship gibi deneysel projeler, yağmur suyu toplama, atık suyun biyolojik arıtımı, pasif güneş ısısı ve yerel malzeme kullanımı gibi pratiklerle, konutu kısmen otonom bir ekolojik sistem olarak yeniden kurgular.

Bu çalışmalar, Kaufmann’ın disipliner özerklik tartışmasıyla birleştiğinde, mimarlık için çift yönlü bir otonomi ufku açar:

  • Biçimsel/kuramsal otonomi (yapının dışsal temsil rejimlerinden bağımsızlaşması),

  • Altyapısal/enerjetik otonomi (yapının teknik ve ekonomik sistemlerden kısmen bağımsızlaşması).


3. Kendi Kendine Yeten Ev ve Kentler

Lopez’in (2021) ayrıntılı olarak incelediği üzere, “otonom ev” yalnızca kendi elektriğini üreten bir yapı değil; enerji, su, atık ve kimi zaman gıda döngülerini mümkün olduğunca parsel sınırları içinde kapatmaya çalışan, merkezi hizmet şebekeleriyle ilişkisini bilinçli biçimde yeniden tanımlayan bir konut tipidir. Burada “kendi kendine yetme”, yoksunluk zorunluluğunun değil, “planlı kopuş”un ürünüdür: şebekeye erişimi varken ondan kısmen veya sembolik düzeyde çekilme kararı.

Pike’ın “autonomous house” yaklaşımı ve 1970–80’ler ekolojik konut deneyleri, bu otonomi kavrayışının konut ölçeğindeki erken örnekleridir. Lopez, bu hareketi “büyük enerji şebekesinin parçalanmasına dönük radikal teknik ütopya” olarak yorumlar (Lopez, 2021). Ancak zamanla, otonom ev kavramı ölçek büyüterek üç düzeyde tartışılmaya başlanır:

  1. Bireysel konut ölçeği:
    – Otonom evler, yağmur suyu hasadı, PV, biyogaz, kompost vb. ile kendi mikro-ekolojilerini kurar.

  2. Mahalle / mikro-şebeke ölçeği:
    – Bir grup konut, ortak üretim ve depolama sistemleri (PV, batarya, ısı depolama) ile microgrid oluşturur; belirli koşullarda ana şebekeden ayrılabilen, otonom çalışabilen enerji alt-sistemleri ortaya çıkar (Lopez, 2021).

  3. Kendi kendine yeten kent/bölge ölçeği:
    – Yenilenebilir enerji üretimi, yerel gıda sistemleri ve döngüsel atık yönetimiyle, bölgesel düzeyde “self-sufficient territories” hedeflenir.

Bu çerçevede konut, artık yalnızca “şebekenin pasif son kullanıcısı” değil; enerji ve kaynak akışlarını düzenleyen aktif bir düğüm, hatta kentsel altyapının yeniden örgütlenmesinde potansiyel bir aktör olarak görülür.


4. Otonom Sistem Örneği Olarak Gemiler

Mimarlık dışı teknoloji alanlarında gelişen otonom sistemler, konut mimarlığı için önemli analojiler sunar. Deniz taşımacılığında Maritime Autonomous Surface Ships (MASS) tartışması bu açıdan çarpıcıdır. Hagen (2021), otonom gemi sistemini; gemi üzerindeki sensör ve otomasyon katmanı, karadaki uzaktan kontrol merkezi (Remote Control Center – RCC) ve bu iki bileşeni birleştiren haberleşme / siber güvenlik altyapısından oluşan bütünleşik bir sosyo-teknik mimari olarak tanımlar.

IMO’nun MASS çerçevesi, otonomiyi dört derece halinde sınıflandırır:

  1. Karar destekli, mürettebatlı gemi,

  2. Uzaktan kumandalı, mürettebatlı gemi,

  3. Uzaktan kumandalı, mürettebatsız gemi,

  4. Tam otonom gemi (Hagen, 2021).

Bu dereceler, “tam otonomi”nin teknik ve hukuki zorlukları karşısında, insan-makine ve gemi-kıyı işbölümünü bağlama göre ayarlayan esnek bir model sunar. Hagen (2021), özellikle karma bir modelin –açık denizde yüksek otonomi, liman ve dar su yollarında daha yüksek insan müdahalesi– teknik ve emniyet açısından daha rasyonel olduğunu savunur.

Enerji ve tahrik sistemleri düzeyinde de, otonom gemi projeleri çoğunlukla tam elektrikli veya hibrit (batarya + alternatif yakıt) çözümlerle entegredir; emisyon azaltımı ve bakım ihtiyacının düşürülmesi, bu sistemleri deniz taşımacılığında sürdürülebilirlik hedefleriyle uyumlu kılar (Hagen, 2021).

Bu örnek, iki kritik noktayı konut için görünür kılar:

  • Otonomi, tek bir cihaz değil, geminin/kontenjanın tüm yaşam döngüsünü ve enerji rejimini kapsayan sistemsel bir tasarım problemidir.

  • Otonom sistemler, her zaman teknik olduğu kadar hukuki, ekonomik ve politik çerçevelere de bağımlıdır; gemi örneğinde SOLAS, COLREG, liman rejimleri ve sigorta mekanizmaları kadar, konutta da yapı mevzuatı, enerji piyasası düzenlemeleri ve mülkiyet ilişkileri belirleyici olur.


5. Benzer Sistemlerin Konutta Kullanılması: Enerji Dönüşüm Kriterleri ve Tam Bağımsızlaşma

Otonom gemi sistemlerinin bileşenleri, konut ölçeğine metaforik ve teknik düzeyde aktarılabilir. Gemideki “gemi + RCC + haberleşme ağı” üçlemesi, konutta “ev + mahalle ölçeği operasyon merkezi + enerji/su/atık şebekesi” üçlemesine karşılık gelebilir.

5.1. Ev–Gemi Analojisi ve Mikro-Şebeke Mantığı

  • Gemide, sensörlerle donatılmış gövde ve makine dairesi, enerji üretim-depolama sistemleri ve seyir otomasyonu, bütünleşik bir “autonomous ship system” oluşturur (Hagen, 2021).

  • Konutta, servis çekirdeği (ısıtma, elektrik, su, atık ve veri altyapısı), yenilenebilir enerji üretimi (PV, rüzgâr, biyogaz), batarya ve ısı depolama sistemleri ile yapı kabuğuna gömülü sensör/otomasyon bileşenleri, benzer bir “autonomous house system” kurabilir.

Mahalle ölçeğinde, bir dizi otonom konut; PV alanları, batarya bankları ve belki ortak ısı depolarıyla konut mikro-şebekesi gibi davranabilir. Bu mikro-şebeke, normal koşullarda ana şebekeyle bağlantılı, kriz veya fiyat dalgalanması gibi durumlarda ise ada moduna geçerek kısmi/ geçici otonomi sağlayan bir yapıdadır (Lopez, 2021). Böylece konut, tıpkı filoya bağlı bireysel bir gemi gibi, “ağın içinde ama ondan kısmen ayrışabilen” bir birim haline gelir.

5.2. Enerji Hasadı ve Enerji Dönüşüm Kriterleri

Beeby ve White (2010), otonom sistemler için enerji hasadını; çevrede atıl halde bulunan güneş, ısı farkı, titreşim, RF gibi enerji akışlarını, sensör ve düşük güçlü cihazları besleyecek elektrik enerjisine dönüştüren küçük ölçekli teknolojiler bütünü olarak tanımlar. Tipik güç yoğunlukları; dış ortam güneş için ≈7.5 mW/cm², iç ortam ışığı için ≈100 µW/cm², 5 °C sıcaklık farkı için ≈60 µW/cm² ölçeğindedir (Beeby & White, 2010).

Konut için bu literatür iki düzeyde önemlidir:

  1. Makro ölçekte enerji dönüşümü
    – Çatı ve cephe PV panelleri, rüzgâr türbinleri, biyokütle/biyogaz ve güneş termal sistemleriyle kWh ölçeğinde enerji üretimi;
    – Depolama için Li-ion/LFP bataryalar, ısı depoları;
    – Ev içi DC mikro-şebekeler (24–48 V) ile aydınlatma ve elektroniklerin doğrudan beslenmesi.

  2. Mikro ölçekte enerji hasadı
    – İç mekân ışığında çalışan küçük PV hücreler ile kablosuz sensör düğümlerinin beslenmesi;
    – Kombi, sıcak su tankı, soba yüzeyleri ve güneş kolektörleri üzerindeki termoelektrik modüllerle atık ısıdan elektrik üretimi;
    – Döşeme ve merdivenlerde, kapı/anahtar elemanlarında piezoelektrik veya elektromanyetik jeneratörlerle titreşim ve insan hareketinden enerji hasadı (Beeby & White, 2010).

Bu mimari, yalnızca şebekeden çekilen enerjiyi azaltmakla kalmaz; konutun otomasyon ve izleme sistemlerini de kendi kendine yeten sensör adaları üzerinden kurarak, sistemin dayanıklılığını artırır. Beeby ve White (2010), enerji hasadının, doğru güç elektroniği ve depolama mimarisiyle birlikte düşünüldüğünde otonom sistemlerde batarya bakım yükünü ve kablolama gereksinimini önemli ölçüde azaltabileceğini vurgular.

5.3. Tam Bağımsızlaşma: Teknik, Ekonomik ve Politik Eşikler

Tam bağımsızlaşma –yani konutun enerji, su ve atık şebekeleriyle bağını tamamen kesmesi– teknik olarak ekstrem bir senaryodur ve her bağlam için ne gerekli ne de arzu edilir. Burada üç eşikten söz edilebilir:

  1. Teknik Eşik:
    – Yerel yenilenebilir potansiyel, depolama kapasitesi ve kullanıcı yük profili, tam otonomi için yeterli midir?
    – Kış aylarında ve uzun süreli bulutlanma/kuraklık koşullarında sistem hangi yedek stratejileri gerektirir?

  2. Ekonomik Eşik:
    – Tam bağımsız sistemlerin yatırım ve bakım maliyeti, kısmi otonomi + şebeke bağlantısı kombinasyonuna göre rasyonel midir?
    – Mikro-şebekeler ve esnek tarifeler (örneğin şebekeye satış, zaman-of-use fiyatlandırma) varken “tam kopuş” her zaman optimum çözüm olmayabilir.

  3. Politik/Yönetişim Eşiği:
    – Enerji ve su şebekelerinden kitlesel kopuş, kamu hizmetlerinin finansman yapısını ve kent ölçeğinde dayanıklılığı nasıl etkiler?
    – Otonom konutların belirli gelir gruplarına özgü bir “altyapısal ayrıcalık” üretmemesi için hangi düzenleyici çerçeveler gereklidir (Lopez, 2021)?

Bu nedenle konutta otonom sistemler, çoğu bağlamda kısmi ve senaryo-temelli özerklik olarak –olağan koşullarda şebeke ile birlikte, kriz veya aşırı yüklenme senaryolarında ada moduna geçebilen– tasarlanmalıdır.


6. Son Söz: Avantajlar ve Riskler

Konut mimarlığında otonom sistemlerin, özerk mimarlık kuramı ve çağdaş altyapı tartışmalarıyla birlikte ele alınması, hem disipliner hem politik düzlemde yeni olanaklar açmaktadır.

Avantajlar:

  • Sürdürülebilirlik ve karbon azaltımı:
    – Yenilenebilir enerji üretimi, enerji hasadı, su/atık döngülerinin yerelleştirilmesi, konutun yaşam döngüsü emisyonlarını önemli ölçüde azaltabilir (Lopez, 2021; Beeby & White, 2010).

  • Afet dayanıklılığı ve kesinti senaryoları:
    – Otonom veya yarı-otonom konutlar ve mikro-şebekeler, şebeke kesintilerinde minimum hizmet seviyesini sürdürebilerek, afet sonrası toparlanma kapasitesini artırır (Hagen, 2021).

  • Disipliner yenilik ve tipoloji geliştirme:
    – Özerk mimarlık kuramının işaret ettiği biçimsel/örgütsel özerklik ile altyapısal otonomi birleştiğinde, konut yalnızca “plan tipi” değil, bir enerji–ekoloji–altyapı tipi olarak yeniden tanımlanabilir.

Riskler:

  • Teknolojik bağımlılık ve karmaşıklık:
    – Otonom sistemlerin çok sayıda sensör, yazılım ve güç elektroniğine bağımlılığı; arıza, siber saldırı ve bakım sorunları açısından yeni kırılganlık alanları açar (Hagen, 2021).

  • Mekânsal ve sosyal eşitsizlik:
    – Lopez’in (2021) gösterdiği gibi, mikro-şebeke ve otonom altyapı çözümleri, sermaye yoğun büyük projelerde “lüks güvenlik” ürünü olarak da konumlanabilmekte; enerji özerkliği, yeni bir kentsel ayrışma katmanı üretebilmektedir.

  • Hukuki ve kurumsal uyumsuzluk:
    – Mevcut yapı, enerji, su ve atık mevzuatları, merkezi şebeke paradigmalarına göre tasarlanmıştır; otonom konut ve mikro-şebeke modelleri için yeni düzenleyici çerçeveler gereklidir.

Sonuç olarak, “konut mimarlığında otonom sistemler”, yalnızca teknik bir optimizasyon sorunu değil; özerk mimarlık kuramının açtığı disipliner özerklik ufkunu, altyapı özerkliği ve enerji-politik tartışmalarla kesiştiren, çok katmanlı bir tasarım ve yönetişim alanı olarak görülmelidir. Bu alanda geliştirilecek projeler, hem kendi teknik-ekonomik mantıkları, hem de geniş ölçekli kent ve bölge politikaları içine yerleşme biçimleri açısından eleştirel ve deneysel bir tutumu gerektirir.


Kaynakça

Beeby, S. P., & White, N. M. (2010). Energy harvesting for autonomous systems. Norwood, MA: Artech House.

Hagen, J. E. (2021). Sustainable power, autonomous ships, and cleaner energy for shipping. Norwood, MA: Artech House.

Kaufmann, E. (1952). Three revolutionary architects: Boullée, Ledoux, and Lequeu. Chicago, IL: University of Chicago Press.

Lopez, F. (2021). Dreams of disconnection: From the autonomous house to self-sufficient territories. Manchester, UK: Manchester University Press.